mutsuzluk gülümseyerek gelir,
adıyla süslenmiştir;
banliyo treninde rastladığımız
sınav saatini kaçırmış liseli kız,
hep kazanırsın ey çözümsüzlük!
adıyla süslenmiştir;
banliyo treninde rastladığımız
sınav saatini kaçırmış liseli kız,
hep kazanırsın ey çözümsüzlük!
çıkmıştık evden, seni yolculamaya doğru. aramızdaki mesafelere kollarımız uzanıyor, boşlukta da sallanmakla yetiniyordu sadece. birbirimizin mutlu anlarına veda edip, bir sessizliğe sessiz yürüyorduk. dudaklarımda titredi ilk önce sıkıntı, sözsüzlük, eskimiş zamanların tüm esrikliği. burnumun direğini sızlattı hiçbir şey yapamıyor, söyleyemiyor olmanın ezikliği, oradan alnıma esti bir ağrı şeklinde, sıkıntı, belirsizlik. sen ellerin cebinde sadece yürüyordun yolda. ardımızda konuşan, konuşmayan, yürüyen insanı, insanları bırakarak. bakıyordum yandan, gözlerinin yan çizgisine; çoktan doğru bir istikâmete kavuşmuşlar gidiyorlardı. karşıdan karşıya geçerken dalgın atmışım adımımı yola; kolumu tuttun "dikkat et" diye ve bir zaferle; benim senin yanındayken bu dünyadan sürekli kopuşum, bu dünyaya dalgınlaşan, sana uyanan beynimle dalga geçerek. sessizce yürüyor olmamıza, senin gidiyor olmana kızgın olan ve kafasında "bir daha...."lı cümleler gezinen bense, sen de benim gibi düşün sadece bir anlığına diye sadece "ölürüm inşallah" diyordum. geçtik karşı karşıya, ölemedim ben; sustun yine sen.
ey otobüssever ey troya yolcusu!
anımsarsın günlerce konuşup durmuştuk
o ipekböceği sesli kadını;
birinin grönland'ı olmaya hazırlanıyordu
anımsarsın günlerce konuşup durmuştuk
o ipekböceği sesli kadını;
birinin grönland'ı olmaya hazırlanıyordu
bu sessizliği bozmak adına sevdiğin birşeyden muhabbet açmaya çalışmıştım. ben hakkında konuşmuyorduk, ben sana; sana hep cevaplaması zor gelen, cevaplarını benden sakındığın sorular sormuyordum nasılsa. gülümseyip anlattın benim başka bir şizofren maskemi taktığım suratıma. kelimeler bana değil tamamen şizofren maskeme geliyordu, konuşan ağız benim değildi. anlıyordun da, anlamıyormuş gibi yapıp devam ediyordunuz muhabbete. vakit geliyordu. kocaman bir onbeş dakikanın sessizliğini doldurmamız gerekiyordu o anda.
iki çay söylemiştik orda, biri açık,
keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
peron numaralarının yazılı olduğu camlara arkamızı yaslamış; öyle duruyorduk. sigara çıkardın bir tane, terminal çaycılarından çay söyledin ikimize. arkamızdaki cam, aramızdaki cam. elimi uzatıp koydum cama, sen de görür koyarsın da erir belki diye, ama sadece elimin sıcaklığından buğulandı cam, sen bulanıklaştın. görüntün bir silüetleşmeye koyuldu benim bilindik coğrafyamda. her şey çok seremonikti aslında. otobüs kalakcaktı üç dakika sonra, biz sarılacaktık, senin bana son sarılışından ben anlamlar üretip, cümlelerime ekleyecektim. silüetinin kolları kucakladı beni, ben de silüeti. gidiyordun işte, bir yandan doluyordum, bir yanda da bir musluk boşaltıyordu seni sanki benden. seninle olan bu savaşta ne ben ölebildim, ne de sen kalabildin. otobüs karıştı senin bulanıklığına.ben de en konuşulamaz yerine vardım hüznün. kelimeler şimdi bu yüzden "söyleyecek bir şeyim yok ki" olarak özne, nesne ve yüklemleşmekte.
→ mor, italik yazılan kısımlar Cemal Süreya'nın "Güz Bitiği" kitabındaki "mutsuzluk gülümseyerek" adlı şiirinden.
→fotoğraf Tamer Günal'a aittir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder